Mavi ay düşünceleri



 Yani aslında biliyorum, gecenin bir yarısı tüm ev ahalisi uyurken salona kurulup yazı yazmam gerekmiyor, dahası çoktan uyuyor olmalıydım ben de. Bilmem nedendir, dolunaylı bir gecede doğduğumdan, bu gecenin mavi ayı mıdır beni ayakta tutan, yoksa ağustos ayı takviminin son yaprağını koparıyor oluşumuzdan ve koca bir yazı geride bırakıyor oluşumuzdan mıdır, ayaktayım ve bu gece bir hayli eskilere gittim. Mesela Instagram'da öylesine dolanırken kendimi birden lisedeki yarı Polonyalı sıra arkadaşımın hesabında buldum, ahahaha :D Eh, evlere şenlik neşeli, bir o kadar da histerik, klasik slav tipli tatlı bir kızdı bu arkadaşım. Teee o zamanlardan yanına hiç yakışmayan bizim sınıfın ergenlerinden bir çocukla takılırlardı, bir nevi evcilik oyunu tabii, o yaşlara göre. Oğlanın huyunu suyunu da sevmezdim ya, ahaha, Allah'ın ergeni işte, gözüyle bakardım. Sonra bu kızcağız okulun ikinci yılı ülkeden ayrıldı, Polonya'ya yerleşti. Bu sırada bizim ergen oğlanla da kopmamışlar, eh olur yavrucum, büyüyünce geçer derken kız hala birliktelermiş ya! :D Üstüne kızı ziyarete bile gitmiş eleman, Polonyalara. Nereden baksan tuhaf geliyor bana işte. Lisede hemen herkes bana ergen gelirdi, ben hep uslu çocuktum çünkü. İçten içe oturduğum yerden bir yetişkin gibi yargılardım onları, çünkü bana sınıf arkadaşlarım fazlasıyla tiyatral gelirdi. Aman Yarabbi, sanki bana Lise Defteri buralar, ilk aşklar, gruplaşmalar, dedikodular, makyaj tazelemeler, kızlar, erkekler, sonra apayrı bir dünya hocalar... Liseliyken bile liselilerin dünyasından o kadar uzaktım ki. Adeta kurgusal bir evrende yaşıyor gibiydiler benim için. Özendikleri, konuştukları çoğu zaman çocukça gelirdi bana. O nedenledir ki lise hayatım hep Allahım ben neden bu ergenlerin arasındayım, akran olmaktan başka ortak noktam olmayan bu insanların arasında, bu gürültülü, kaotik, bütün gün sıkılarak oturduğum bu yerden bir an önce kurtulmak istiyorumlarla geçti. Çünkü ben onlardan birisi değilim, ne o dedikodular ilgimi çekiyor, ne o kızlar gibi süslüyüm, ne de onlar gibi fanusta yaşayıp 'liseli ergen hayatı' rolünü icra edebiliyorum. Evet, edemiyordum, çünkü sınıfın keşmekeşinden kaçıp çatı katındaki deniz manzaralı kütüphaneye zemin kattaki kahve otomatından aldığım sıcak çikolatamı dökmeden taşımakla meşguldüm o aralar. Şimdi baktığımda ne azimmiş, elinde kahveyle üç dört kat merdiven çıkmak, hayret ediyorum. Sonra evde telefonuma indirdiğim Sungha Jung adında, o zamanlar yeni keşfettiğim Güney Koreli gitaristin çaldıklarından bir iki bir şeyler açar, onu dinlerken evden getirdiğim kısa bir dünya klasiğini okurdum. Demem o ki ben böyle hissederken başkaları lise hayatını gerçekçi bulabiliyor, ve hatta onların gerçekliği o oluyor ve taa o zamanlardan, o küçük, karmaşık, ergen halleriyle hayatlarına aldıkları sevgilileriyle hayatlarına devam edebiliyorlar.



Bu şarkı bilmem nedendir, tüm o coşkusunun içinde büyük bir hüzün saklıyor gibi hissettiriyor hep. Ki sözlerinin anlamı da hakikaten dramatik aslında, videoda ingilizce altyazısı var. Herkes koca bir salonda yarınlar yokmuş gibi eğlenirken sen bir köşede oturup bambaşka yerlere dalıp gitmişsin gibi, kimse de bunu farketmemiş ve bu görünmezliğin verdiği güvenceyle düşüncelerinde kaybolduğun anlar. Bana tam olarak böyle hisler veriyor. 

Yani aslında bakarsanız hayatın beni getirdiği yer konusunda yaptığı tek hata hala bu saatte ayakta olmam ve bunları yazıyor olmak değil elbette. Liseden beri de hemen hemen cvme yazabileceğim, kendime kattığım pek bir şey de yok. İngilizcem bile sandığım kadar iyi değil. Ama hayatımın hallaç pamuğuna dönmesinin sorumlusu da ben değilim işte. Hayat yaptığımız doğru yanlış seçimler ve beraberinde bize yaşattıklarıyla dolu bir süreç en nihayetinde. Onuncu sınıfta aldığım tesettür kararı ki elhamdulillah, ama  İstanbul'da sahil kenarı, ortalama üstü bir lisede sınıf ortamı da Amerikan dizileri gibi hissettirdiğinden, benim için epey buhranlı bir sürecin başlangıcıydı. Sonrasında yaptığım imam hatip lisesi hatası ve en nihayetinde açık lise, kapanış.  Sonra bir iki yıl ne yapacağını bilememe, e beraberinde de anksiyetenin ele başı olduğu hep bir erteleme, daha güzel bir gelecekte, mesela daha erken kalktığım bir gün şuna buna başlayacağım derken kendimi yaşadığım şehirde idealim olmayan sözel bir bölümde buldum. Hal böyle olunca hazırlık yılının da sonunu göremedim tabii. 

Aslında oldukça zekiyim, bir çalışsam neler neler olurdu ki kazandığım anadolu lisesi de kalburüstüydü yaşadığım ilçede. Ahaha, ilkokulda sınıf birincisiydim gibi oldu bu ya, neyse :D

Ama ben kaygıdan olsa gerek, ki evet kaygıdan, hep bir gerçeklikten kaçma hallerindeyim. Character.ai'de türlü senaryoların baş kahramanıyım mesela, Tsuruga Ren'le, Mr. Rochester'la, sonra Draken'le, Dazai'yle falan türlü hikayelerin başrolleriyiz. Bazen kötü çocuğuz, bazen dönem dizisi çeviriyoruz, bazen de sıradan öğrencileriz. Canım o an ne isterse. Yani bulunduğumuz yüzyıl, yaşadığımız ülke, ilişki durumumuz ve sosyal statülerimiz falan, bunlar hep değişiyor. Bütün bunlar müthiş eğlenceli olmakla birlikte ciddi bir zaman kaybı aslında. Ama ben yine de aman ingilizcem gelişiveriyor daha ne diye kendimi kandırmakla meşgul(d)üm. 

Ki işte böyle bir şeyler ağrıma gitmeye başlayana kadar. 

Dedim ya, hayat hakikaten zincirleme olay örgüleriyle dolu. Yaptığınız tek bir hata, ki benim hikayemde bu lise tercihimdi, sizi hiç de istemediğiniz bir geleceğe hazırlayabiliyor. Belki de en başından yüksek puanlı muhafazakar bir liseyi tercih etseydim, mezun olduğumda Arapçam dahi olacaktı. Ve üniversiteden de seneye mezun oluyor olacaktım, yaşım gereği. Yıllarca anksiyete ve depresyon çukurunda debelenmeyecek, duruş bozukluğundan bel boyun ağrıları çekmeyecektim belki de, çok daha sağlıklı olacaktım, bütün gün evde oturmuyor olduğum için. Bu paragrafı uzattıkça uzatabilirim de, zaten yıllardır kafamda dönüp duran bu can sıkıcı düşüncelere daha fazla odaklanmak istemiyorum, en azından bu yazı için. 

Yani, demem o ki, olup biten bunca şeye rağmen, bunca hata, bunca saçmalığa rağmen bile, ben hatalarımızın bile bir nedeni olduğuna ve elbet bir hayrı olduğuna inananlardanım. Zaten böyle olduğuna inanmasam hala içimdeki bir şeyler başarmak isteyen o minik kıvılcım söner giderdi şimdiye. Ve elbette, hayattaki en büyük motivasyonum da dualarımızı duyan, her şeye muktedir ve kadir olan yüce Allah'ın dualarımızı kabul edebileceği, o tüm olmazların olagelmesi, hayallerin gerçek olması, tüm yara berelerin iz bırakmayacak şekilde iyileşebilmesine dair olan kuvvetli inancım. 

Ve evet, eylül ayıyla birlikte neredeyse yeni bir yıl başlıyor gibi. Sezon başlıyor, havalar serinliyor, okullar açılıyor, marketlerde kırtasiye malzemeleri itinayla sergileniyor. Yılın en sevdiğim zamanı.

You've got mail filminin jönü Tom Hanks, Meg Ryan'a bir mailinde diyor ya, işte tam olarak böyle bir şey eylül ayı. Ne güzel filmdi. 

''Don't you love New York in the fall? It makes me wanna buy school supplies. I would send you a bouquet of newly sharpened pencils if I knew your name and adress. On the other hand, this not knowing has its charms.''

Öyle işte.


Yorumlar

  1. ayyyy boşver artık geçmişi gelecek güzel senin için :) lise anıların çok şeker amaaaa :) bunları bilmiyorduk yani anlat arada :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çocukluk aşklarına övgü

Rochester sayıklamaları ve çocukluğa dair

Chick flicklerden kopamamak, Freaky Friday